The Thin Red Line

açıklama.

bohemian rhapsody

açıklama.

Split

açıklama.

Drifters

açıklama.

fragman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fragman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2021 Pazartesi

Nuh Tepesi - - - Noah Land


NUH  TEPESİ

 

Orijinal Adı : Nuh Tepesi

 

Uluslararası İsmi : Noah Land

 

Yapım Yılı : 2019

 

Tür : Dram

 

Süre : 1 Saat 49 Dakika

 

Yönetmen : Cenk Ertürk

 

Oyuncular : Ali Atay - Haluk Bilginer - Mehmet Özgür - Arin Kuşaksızoğlu - Hande Doğandemir 

 

imdb puanı : 7.1

 


2019 yılında Tribeca Film Festivali ile açılışı yapılan filmde uluslar arası yarışma kategorisinde en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu (((Ali Atay))) ödülünü daha sonra Adana Film Festivali’nde en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi görüntü yönetmenliği olmak üzere uluslar arası - ulusal bir çok ödül  kazanan bir yapım Nuh Tepesi...

 

Nuh Tepesi nasıl bir film? Hikayesi ne diye sorulursa?

Aslında bir çok konuyu içine almış bir kaç hikayenin birleşimidir. Bir baba - oğul hikayesi. Bir tepedeki ağacın hikayesi.  Peygamber eli mi - insanın eli mi anlaşılmayan bir savaşının hikayesi. Bir kent - kırsal işlemesi. Diyaloglarla sıradan konusu olan filmin üst sıralara gelme hikayesi. İnancın sorgulandığı bir hikaye.  Kısacası neye inanırsanız onun hikayesi.

 


Nuh Tepesi filminin asıl konusu baba - oğul ilişkisi. Haluk Bilginer'in canlandırdığı İbrahim üzerinden seneler geçtiği kendi iç hesaplaşmasının yaptığı köyüne dönmesiyle yukarıdaki saydığımız hikayeler başlıyor. Köye dönmesiyle beraber oğlu ile duyguları, tepedeki ağacın hikayesi, peygamber eli mi insan eli mi denilen tepe hepsinin hikayesi başlıyor. Peki ya yapılan çatışmalar. Her şeyin başlangıcı ve sonucu olarak yönetmenimiz bir çatışma benimsemiş. Bu çatışmaların en büyüğü baba ve oğul hikayesindeki. Oğluna muhtaç olan bir baba ve onu zamanında yüz üstü bırakmasına rağmen içindeki her şeyi kusmak isteyen bir oğul.  

Ali Atay’ın canlandırdığı Ömer karakteri kendi hırsını babasından çıkartmakta. Belki de haklı sebepleri var. Ama yargılamak ve konuşmak duyduğu kızgınlıkları atmak için yaşanılan ufacık bir zaman yeterli mi? Yoksa alıp götürdüğü senelere karşı dik durmaya çalışmasını mı gerektiriyor yaşamak? Her seferinde başarısız olmanın suçu nedir ki? Geçmiş ile vedalaşmak için illa hesaplaşmalar mı yapmak gerekir, vedalaşmadan gitmek erdem midir ki? Sorular hep bir yerden çıkıyor. Keşke böyle yapsaydı. Bu şekilde davransaydı diye. Ama elimizde değil bazı yollar bazı konular.

Bir yol var bildiğiniz tüm yollar gibi. Gidildiği zaman biten. Ömürde öyledir gidersin, gidersin yol biter geride senden bir şey kalmayana kadar. Ama o yaşamdaki o yolu geçerken yokuşlu olduğu, sancılı olduğu, sanrılı olduğunu bilmezsin. Hepsinden geçer de insan oğlu yokuşun tepesinden bakınca sanrıların hayal ürünü olduğunu anlamaz ve geçemez oradan. İbrahim karakteri de geçmiş ile kendisi ile kavgasını anlatıyor. Hem yokuşa çıkmak istiyor, hem babasının isteğini yapmak, hem de geçmişi ile yüzleşmek istiyor...

Sorgusuz sualsiz bir şeye inanmak nasıl bir duygu? Bazen kutsal dediğimiz şeylerin aslında boş bir olay olduğunu öğrenmek, beynimizi geliştirmeden vicdanen rahatlamak nasıl bir duygu? İnsan geçmişi ile öğrenir fakat bu öğrenme ilk anda nasıl başladı? Dünyanın bir çok yerinde bir çok inancın aslında nasıl basit olduğunu ne zaman görecek insanoğlu?

Oyunculuklara gelirsek ana ve yan karakterler birbirlerini yukarı taşımayı başarmış. İbrahim zaten usta oyuncu Haluk Bilginer'in elinde laf söylenmeyecek kadar çok iyi olsa da filmi gerçekten yukarı taşıyan bir Ömer karakteri ile Ali Atay var. Ömer karakterinin ettiği her küfür bile yerinde. Cevdet, Ahmet ve Elif karakterleri kendilerine yer verilen bölümlerde kadraja girip çıkana kadar takılı kalıyorsunuz. Belki de bunun olmasının sebebi karakterlerin herhangi birinde kendinizden bir esinti bulamanızdır. İster son nefesinin gelmesini bekleyen İbrahim. İster kırsalda yaşayan Cevdet, ister aklı başında olan imam karakteri Ahmet, isterse Ömer ya da Elif'in hikayesinde. Yarım kalmışlıklar, pişmanlıklar, duygular, düşünceler hangi hikayeye sizi götürüyorsa orada hissediyorsunuz kendinizi. Düşüncelerinizi yoğurup hayatı sorguluyorsunuz hangi hikayenin baş rolü benim diye kendi içinizde hesaplar yapıyorsunuz.

Yönetmenlik açısından Cem Ertürk'ün imzasını taşıyan ilk uzun metrajlı film. Biraz Nuri Bilge Ceylan havası olsa da daha çok diyaloglarla yönetmen olarak eleştirilemeyecek bir düzeyde filmi işlemiş. Sanki motor dedikten sonra her şeyi oyunculara bırakmış ve onlarda alıp götürüyor filmi. Ama alkışın çoğunu hak eden görüntü yönetmeni Federico Cesca... Renk uyumu karakterin düşüncelerini yansıtan tema renkleri enfes.

 

 


puanım : 8.0

Fragman: 



26 Mayıs 2020 Salı

TEREDDÜT


TEREDDÜT

Orijinal Adı : Tereddüt

Uluslararası İsmi : Clair - Obscur

Yapım Yılı : 2016

Tür : Dram

Süre : 1 Saat 45 Dakika

Yönetmen : Yeşim Ustaoğlu

Oyuncular : Funda Eryiğit - Ecem Uzun - Okan Yalabık - Mehmet Kurtuluş - Serkan Keskin - Yasemin Çonka - Sema Poyraz - Metin Akdülger -

imdb puanı : 6.5

2016 Antalya Film Festivalinden Uluslararası Kategoride En İyi Film - Yönetmen - Kadın Oyuncu (Ecem Uzun) ödüllerini alan aynı festivalin Türk Filmi kategorisinde Kadın Oyuncu (Ecem Uzun) ve yönetmen kategorinde ödülü toplayan Yeşim Ustaoğlu filmi.


Yazıya geçmeden evvel ilk başta filmin ismi Tereddüt olmamalıydı. Uluslararası ismi Aydınlık - Karanlık anlamına gelen filmin Türk ismi de buna yakın olmalıydı.

Başta film bize ne vaat ediyor? Kadının ne olduğunu mu? Toplumda kadının tam olarak yerini mi? Kadının kendi iç dünyasında ki yerini mi? Kadının erkek gözündeki biçimini mi? Yoksa çocuk yaşta evliliği mi?


Bunlara bakarak hem iki kadın baş role konuk oluyoruz hem de aynı hikayelerin değişik oyuncularına. Birbirine taban tabana zıt yaşamlar ama iç dünyaları birbirlerine benzeyen kadınlar... Kendilerinin var olma çabalarını görebiliyoruz.

Bu kadınlar aslında tutsak... Biri ruhen biri bedenen... Yolları bambaşka yerlerde... Ama bir şekilde aynı yöne doğru kıvrılan hayatlar da var olma çabasında ki iki kadın... Kendileri mi yön veriyor yollarına? Cevabı kesinlikle hayır... Yön veriliyor... Hayatları oyun hamuru gibi başkaları şekillendirip yönlendiriyor... Yön verenler haliyle kendilerini onların sahibi olarak gören kocaları... Biri kendinden çok küçük olan Elmas ile evlenen koca... Diğeri başarılı bir psikiyatrist Şehnaz ile evli olan parasına güvenen, paraya önem veren oturduğu kanepede artı 18 filmler izleyen başkalarını obje olarak gören bir koca...


Onların işleri ne? Film boyunca bu soruyu sorgulatan sisteme sahip... Nedir bunlar? Kadının bedenine hakim olmak mı? (((kadın istemese bile zorunlu))) Eve aş getirmek mi? (((önünden hayvan besler gibi almak))) Yoksa kadınlarını dölleyip kendi çocuklarının anası yapmak mı görevleri? Erkekler ne iş yapar? Eşlerinin üzerine binerek mi sadece erkek olunur? ya da onları köle gibi görmekle mi erkek olunur?

Bu soruların cevabını veriyor film yavaş yavaş. Kendimize erkek olarak soramayacağımız onlarca soru iki kadının gözleri önünde ortaya çıkmakta.


Yeteri kadar onlardan söz ettik peki elmaların diğer yarılarında durum nedir?

Olaylar Elmas ile gelişiyor hem kaynanası hasta ona bakmak ile görevli hem de kendisini akşam kocasına sunmakla görevli. Elmasın kocasının (Serkan Keskin) nasıl biri olduğunu bilmiyoruz ama karısı ile münasebet yaşayıp sıcak suya ihtiyaç duyan biri... Şu zaman Türk Erkeği özelliği konuşma yok birbirine saygı yok sadece bir ilişki var ve onun dışında bir de sıcak su... Bu şekilde kaç yaşam kaç ömür tükeniyor? Belki milyon tane kadın vardır bu derecede...

Diğer başrol oyuncumuz Şehnaz'a gelince... aslında her şeye sahip iyi bir işi var iyi bir araba ve eve sahip ama onun da eksik kaldığı nokta sevgisizlik. Dışarıda sevgiyi aramaya çalışıyor. Onu da başaramıyor. Evde kocası zamanını çoğunu onun sahibi olduğunu hissettirmeye çalışıyor...


Film bunları tanıtırken erkeklere karşımızda insan mı var yoksa bir oyuncak mı? diye sorgulatırken; kadınlara ise toplumun en önemli parçası iseniz kendinizi neden bu kadar aciz bıraktınız? diye söyletiyor.

Geleneksel Elmas ile Burjuva Şehnaz asla yan yana gelmeyecek varlıklar olsalar da hayatları birbirine bağlanıyor bir yerden sonra... İkisinin de hayatları birbirlerine benziyor... Belkide benzeyen milyonlarca hayat olduğu gibi... Kaybettikleri kendilerini bulmaya çalışıyorlar ama kaçan kocaman hayatları ne kadar kovalasalar da elleri ile tutamayacakları zamanlar...

Filmin büyük artlarına geçersek: başta Elmas karakterine can veren Ecem Uzun son derece başarılı bir oyunculuk ortaya koymuş. Hakkı olan ödülleri de kazanmış ama asıl alkışı kocaman hak eden isim varsa filmin görüntü yönetmenliğini yapan Michael Hammon... Siyah ile beyazın geçişleri uluslararası ismine yakışır şekilde aydınlık ve karanlığı betimlemesi usta işi...



puanım : 7.6

26 Eylül 2019 Perşembe

The Thin Red Line - - - İnce Kırmızı Hat



Orijinal Adı : The Thin Red Line

Yapım Yılı : 1998

Tür : Savaş - Dram

Süre : 2 Saat 50 Dakika

Yönetmen : Terrence Malick

Oyuncular : Sean Penn - Adrien Brody - Ben Chaplin - George Clooney - Jim Caviezel - John Cusack - Simon Billig - Jared Leto - Tim Blake Nelson - Nick Nolte - John Travolta - Woody Harrelson - Elias Koteas -

imdb puanı : 7.6

Gerçekten sorgulamamız gereken o kadar soru işaretleri var ki bu yapımda... Terrence Malick resmen bunları yüzümüze vurmuş... Apolitik, anti-siyasi ya da ne derseniz deyin ama bence film resmen bize tanrının varlığını da sorgulamamıza neden oluyor... Şimdiye kadar savaş karşıtı olup savaşı anlatan en iyi filmlerden biri olan İnce Kırmız Hat'ta dünya tarihinde savaş gerekli midir? diye sorgulatıyor...


Yazıya geçmeden önce işte asıl sorulması gereken soru: Savaş gerekli mi? Acaba savaşlar ve çıkarlar olmasaydı hayatımız, dünyamız daha güzel olamaz mıydı? İnsanlar gerçekten millet, ülke kavramına bu kadar çok takılıp ya da daha doğru bir deyişle kendi çıkarlarına bu kadar çok takılıp insanlığını unutup içindeki sevgiyi ne diye köreltir? Ve bunu başardığında aslında büyük yenilgi olduğunu bile bile neden zafer kazanacağını düşünür... İnsanlar arasında ülke, millet kavramına körü körüne bağlanmak doğru mudur? Neden ırklar, soylar, geldiğin yer hatta doyduğun yer bazılarına göre bu kadar değerlidir? Herkes kendi için iyi olmasını diliyor fakat başka hiç kimseyi düşünmemek bencillik değil midir? Kendimizi düşünmeden ne birini seviyoruz ne de sevdiğimize değer veriyoruz... Belki de bazılarımız... Uzayıp gider bu sorgu cümleleri... Ben hep keşke diyorum... Keşke hep çocuk olarak kalsaydık... Çocuk olarak kalıp bir dilim ekmeği bölüşebilseydik... Ufak bir kaşıkta mutluluğu bulabilseydik... Ama buna izin yok... İzin vermeyen de insanoğlunun ta kendisi...

Aldous Huxley'in çok ünlü bir sözü vardı: """Belki de bu dünya başka bir evrenin cehennemidir""" bu yüzden mi acaba insanoğlu hep olumsuzluk yaşıyor? Belki de hepimiz büyük kötülerdeniz ve acı çekmemizin nedeni bu olabilir mi?

Dünya tarihinde sadece 317 yılın savaşsız olarak geçtiği söyleniyor. Koskocaman evrenimizde sadece 317 yıl... Yukarda yazdığımız her şeyin sorumlusu değil miydi insanoğlu aslında bunun da sorumlusu onlar güç, şöhret, para ve geride kalan her şeyin sorumlusu sadece 317 yıl savaşsız olarak geçirmişler. İtibarlık için tamahkar olan insanlar tabii ki savaşır ama asla neden savaştığını bilmez. Bu bazen bir kadın için olur, bazen bir toprak parçası için ve bazen de bir damla su için.


Bir kaç kelime karaladıktan sonra bu efsane filme geçelim. 1998 yapımı bu filmdeki vurgular her geçen saniye sizi sizden alıyor...Kaç yıl önce seyrettim bilmiyorum ama... Filmlerdeki ara sözlerle film incelemesi yapacağız ama en sevdiğim sözlerle filme geçelim:

"Karanlıktan ışığa,
Nefretten sevgiye;
Bunların hepsi aynı aklın ürünü mü?
Aynı yüzün yansıması mı?
Ey Ruhum!
Bırak da şimdi içinde olayım,
İçinde olayım ki
Dünyaya benim gözlerimden bak ve gör
Yaptığın şeyleri
Gör bak her şey nasıl da parlıyor?"


Bu kelimeler ile filme geçecek olursak tam olarak insanlığı ve tanrının varlığı sorgulanıyor. İnce Kırmızı Hat öyle bir film ki yaşamı değil yaşatmayan insanları  sorguluyoruz. Herkesin yaşama hakkı olduğunu sorguluyoruz ama tüm bunları yapamayacağımızı da.


Kısa bir ek bilgi ile ara verelim... Başta II. Dünya savaşına yol alıyoruz gerçek yaşanmış olaylardan sinema dünyasına açılan film. Daha doğrusu ufak bir kesiti Guadalcanal Muharebesi... Kesin olarak müttefiklerin zaferiyle sonuçlanmış bir savaş... Ama nasıl bir savaş olduğu hakkında bilgi vermek gerekirse Pearl Harbor'un intikamı olarak baktıkları bir çıkarma... Her iki taraf adına on binlerce ölü yüz binlerce yaralı...

Filme girerken timsahın gösterilmesi yönetmenin seçtiği bence en önemli unsurlardan biri...Timsah hem gücü hem de cesareti sembolize ediyor. İçimizdekileri çıkarmak için var olan olumsuzluklara karşı durmaya çalışmayı gösteriyor ayrıca sonsuzluğa uzanmak için korkmamamızın gerektiğini... Bir nevi yaşarken korkmadan durmaya çalışmak ya da ölüm ile gelen sonsuzluk...


""Doğanın kalbindeki bu savaş nedir?
Neden doğa kendisi ile mücadele ediyor?
Toprak denizle savaşıyor.
Doğanın içinde intikamcı bir güç mü var?
Yoksa bir değil de birden fazla güç mü var?""

Kendi içinde kendisi ile savaş yaparken insanoğlu çevresi ile de savaş yapmaktan kaçınmıyor... İnsan bazen beynini bazen kalbini dinliyor orada bile savaş varken çevresi ile kavga edip onlarla savaşması gayet normal belki de bu özelliği doğadan alıyor insanoğlu...


""Bu büyük kötülük acaba nerden geliyor?
Bu dünyanın içine nasıl girmiş?
Hangi kökten hangi tohumdan büyümüş?
Bunu kim yapıyor? Bizi kim öldürüyor?
Kim ışığımızı ve hayatımızı çalıyor?
Kim bizim de düşebileceğimiz durumu görüp bizimle alay ediyor?
Bizim yok olmamız dünyanın çıkarına mı?
Çimenlerin büyüyüp güneşin parlamasına bir katsısı var mı?
Bu karanlık senin içinde de var mı?
Sen de bu gecenin içinden geçtin mi?""

Saygıyı hak eden arasözlerden biri... Kim bizim yok olmamızı ister ki? Düşmanımız mı? Dostumuz mu? Yoksa her ikisi de mi? Ya da bu sıfatlara bile sahip olmayanlar mı? İnsanların değeri nedir ki? Cevabı çok basit aslında "Hiç"... Hiçiz herkes için birer hiç... Değerimiz olmadığı için savaşlar var... Aslında en önemlisi değersizleşiyoruz ve yok olup gidiyoruz... Bazen akıllardan bazen kalplerden bazen de bedenen...

Ne olursa olsun savaş sarmaşıkların ağaçları sarıp nefessiz bıraktığı gibi insanları sarıp öldürüyor... Bunu kimi zaman savaşla yapıyor insanoğlu kimi zaman aşkla...



""Hiç bir şey unutmanı sağlayamıyor
Her seferinde yeni baştan başlıyorsun
Savaş insana şeref kazandırmıyor, onu köpeğe çeviriyor
Ruhunu zehirliyor...""

Hayatın gerçekten de vurucu sözleri bunlar olabilir mi? Nerde nasıl kimle savaş yaparsan yap... Beynen, ruhen ya da kalben bunlar çok doğru kelimeler...


İnsanoğlu her şeyi yıkan yakan bir zihniyette olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu acaba? Erkekler kendilerini tanrı olarak görmeselerdi neler olurdu? Ya da soruyu sadece erkekler olarak almayıp gücü elinde görenler kendilerini tanrı olarak görmeseydi dünya nasıl bir yer olurdu?

Oyunculuk bakımından söz söylemeye gerek yok bence zamanın çok ötesinde oyuncular ile tarihe çıkmış bir film. Yönetmen açısından ise Terrence Malick'in gelmiş geçmiş en iyi filmi... İç geçişler o kadar etkili ki insana dokunuyor... Ayrıca müzikler söylemeye gerek yok usta isim Hans Zimmer'in kaleminden çıkmış...

1999 Akademi Ödüllerinde tam anlamıyla fiyasko yaşanmıştı... Sadece 3 dalda aday gösterilen Truman Show, 7 adaylığa rağmen hiç bir ödül alamayan The Thin Red Line (((İnce Kırmızı Hat))) ve 13 dalda aday olup en iyi film dahil 7 dalda ödül kazanan Shakespeare in Love (((Aşık Shakespeare)))... Ama o senenin en büyük yıldızı hem Truman Show'du hem de İnce Kırmızı Hat...


Akademinin anlamsız seçimlerinden sonra yavaş yavaş yazımızı bitirelim... Filmde geçen bir arasöz ile.

""O kıvılcım nerde şimdi
Her şey bir yalan
Gördüğün ve duyduğun her şey
Yutulacak çok şey var
Gelmeye devam ediyorlar birbirleri ardına
Bir tabuttasın, yürüyen bir tabutta
Seni öldürmek istiyorlar ya da yalanlarına katmak
İnsan sadece tek bir şey yapabilir 
Kendi olan bir şey bulur kendisini ada haline getirir
Eğer sizinle bu hayatta tanışmadıysam bunun eksikliğini hissedin 
Gözlerinizin tek parıltısıyla hayatım sizin olur... ""

Son kelimelerim savaş ruhu köreltir nerde kime karşı verdiğinin önemi yok... Savaşsız yıllara...


sinemayla kalın



puanım : 9.1

15 Ocak 2019 Salı

bohemian rhapsody



Orijinal Adı : Bohemian Rhapsody

Yapım Yılı : 2018

Tür : Biyografi - Dram - Müzikal

Süre : 2 Saat 14 Dakika

Yönetmen : Bryan Singer

Oyuncular : Rami Malek - Lucy Boynton - Gwilym Lee - Ben Hardy - Tom Hollander - Joseph Mazzello

imdb puanı : 8.4


Bohemian Rhapsody filminden önce yüce Queen grubunun o ünlü şarkısının girişi şu şekildedir:

"""Is this the real life? - - - - Bu gerçek hayat mı?
Is this just fantasy? - - - - Yoksa sadece rüya mı?
Caught in a landslide, - - - - İki arada kalmış,
No escape from reality - - - - Gerçeklerden kaçış yok """



Ben hayatın özeti olarak bir şarkı sözü, dörtlüğü kullansam kesinlikle bu şarkıyı kullanırdım. Milyonlarca insanı peşinden sürükleyen eşsiz bir grup olan Queen'e Freddie Mercury'nin hayatı ile konuk oluyoruz.

Kısaca Queen hakkında bilgi vermek gerekirse, 1970 yılında kurulan bir grup. Tüm zamanların en iyi "ikinci" grubu ve en iyi "ikinci" şarkısına sahiptir. Geçirdikleri grubu merak edenler için The Beatles ve şarkı ise John Lennon'un Imagine şarkısı.Albümleri dünya çapında 300 milyondan fazla satan Queen gelmiş geçmiş en iyi Rock grubu olduğunu kanıtladı.


Filme geçecek olursak:

Yavaş yavaş içine alan saran bir film değil aslında ilk anlarda öyle filmin içine giriyoruz ki sonraki anlarda ise hayal kırıklıkları başlıyor. Freddie Mercury'nin yaşamına konuk oluyoruz ama yer yer ve bazı kesimlerde olmayan olayları da burnumuza sokmaktan geri kalmamış. Yüzeysel olarak yaşamına giriyoruz ama yönetmen'LER'inin ve senaristtin en olumsuz tarafı grubun diğer üyelerini hiçe sayıp tamamıyla Mercury ile başlayıp bitirmemiz. Bundan tabi ki gocunmayız, olması gereken o deriz ama olayları abartmak içinde olmayan kısımları verirseniz bu filmin gerçekliğini alıp götürür ve maalesef bize her şey bir yalandan ibaret gelir. En basiti grubun kuruluşundan "hadi grup olalım" şeklinde değil ne aşamalardan geçmiş olmaları ama saçmalıklar burada başlıyor daha etkili senaryo olması için daha vurucu yapalım bu filmi dedikleri için ne hale getirdiniz lan Queen'imizi.


Neyse olumsuzluklara rağmen film sonuçta olamayanları da anlatacak ki film satsın izlensin hatta paramız olsun değil mi amaçları?

Filmin kuşkusuz en önemli kısmı müzikleri. Efsanelerden bir tutam dinlemek en büyük dileğiniz olmalı bu filmi seyrederken. Benim için gruptan çok öte bir olgu Queen ve hatta onlar için her zaman çağın çok ötesinde bir grup demişimdir. Gerçektende filmi seyrettiğim an sürekli olarak kafamın içinden geçen söz her ne kadar izlediğimiz sadece Queen'in Kapalıçarşı versiyonu olan çakma olaylar olsa da "çağın çok ötesinde".

Şimdi eleştiri bombardımanı başlasın: Yönetmen Bryan Singer ne ya? Başka yönetmen bulamadınız mı? Ya da senaryoyu teslim edecek usta birini bunların çoğu hayal kırıklığı. Gerçekleri tamamen anlatın demeden bu grubun ismi Queen. Grup bu adamlar. Freddie Mercury'nin odaklanılarak çekilmesine kimse ses etmez ama o adamlar dış kapının dış mandalı değil ki. Hele hele yönetmenimiz neden dişlere bıyıklara odaklanıyor? Bu kadar çok yakın çekimleri kullanmasının sebebi ne? Bakın kızacağım sizlere Rami'ye Oscar vermezseniz. Bakın görüyorsunuz diyen amcanın eline kamera vermişiz gibi takma diş taktı bakın görüyorsunuz demek istediğinden dolayı mı yada bakın bıyıklar onun gerçek bıyığı takma kullanmadık demek istediğinden mi?


Bu soruların cevabı bilinmez ama bence yönetmenin geniş açıda olayları ifade edememesinden korkmasıdır. Oysa ki referansında Olağın Şüpheliler (The Usual Suspects - - - 1995) gibi efsane bir film olsa da... Gerçi efsane olmasının sebebi tamamı ile senaryosundan gelmektedir.

Bu filmin çekimleri sırasında yapımcılar ile anlaşamayıp filmin bitmesinden 3 hafta önce kovulmuştur (((doğru olan çok önce olması ve aynı şekilde senaristinin de kovulması idi))) ve yerine Dexter Flectcher gelmiştir.


Bu film tamam çok önemli bir film ama Altın Küre'de Drama dalında En İyi filmi kazanması nedir? Gerçi aday olduğu dalda rakipleri gerçekten çok güçsüzdü. Kazandığı ödülden sonra Oscarlarda favori olsa da şimdiden kazanacak filmi yazayım "Yeşil Rehber (((Green Book)))"


Oyuncu bazında Rami Malek tamamen Freddie Mercury'e dönüşmüş ve ona resmen hayat vermiş. İlk başlarda Malek'in Mercury olacağı açıklandığında asla ama asla olamaz, canlandıramaz demiştim. Yiğidin hakkı yiğide vermek gerekir efsane oynamış. Açıkçası Altın Küre'de Drama dalında En İyi Erkek Oyuncu ödülü hak edildi. Oscar için en büyük favorilerden de biri oldu. Ama favorimi artık bu sefer olsun dediğim Green Book'ta ki performansı ile Viggo Mortensen...


Filmle alakalı son sözlerim "Live Aid" sahnesinde giriş berbat ama çıkışı ve o şarkılar enfes doğrusu.

Son olarak Freddie Mercury hakkında en güzel yorum: 
Sir Elton John'dan gelmiştir. John yakın arkadaşı Freddie hakkında söylediği cümleye bakacak olursak tekrardan nasıl büyük bir karakter olduğunu anlayacaksınız:

"Tanrı en sonunda kare asını tamamladı... Janis Joplin, John Lennon, Elvis Presley ve sen dostum... Arkadaşım olduğun için teşekkür ederim... Seni her zaman seveceğiz."

puanım : 8.0

14 Kasım 2018 Çarşamba

The Danish Girl - Danimarkalı Kız


Orijinal Adı : The Danish Girl

Türkçe İsmi : Danimarkalı Kız

Yapım Yılı : 2015

Tür : Dram - Biyografi - Romantik

Süre : 1 Saat 59 Dakika

Yönetmen : Tom Hooper

Oyuncular : Eddie Redmayne - Alicia Vikander - Matthias Schoenaerts - Adrian Schiller - Amber Heard

imdb puanı : 7.1


20.yüzyılın başlarında gerçekleşen yabancı vücutta var olma çabalarından bir sanat gösterisi. Tarihin ilk transseksüeli Ressam Einar Wegener'in Lili Elbe'ye dönüşü. Einar Wegener'in karısı Gerda Wegener de ressamdır. Hayatlarına konuk olduğumuz filmi yönetmenlik koltuğuna oturan Tom Hooper sayesinde seyrettim ve tanıdım. Acaba bu sefer herkesin sevdiği yönetmeni görebilir miyim diye? Ki göremedim maalesef yer yer olayları derinlemesine verememesine rağmen fena bir iş çıkardığını da söyleyemem. Şimdilik Tom Hooper'ı bir kenara bırakalım filmin incelemesine geçmeden Einar Wegener hakkında bilgiler vermeye geçelim.

Kısaca kimdir? Nedir? Tanıyalım: Einar Wegener Danimarka doğumlu olan bir ressamdır daha doğrusu bir insan. Karısına verdiği pozlarla bildiği hayatı değişen bir insan. İçindeki var olan ama hiç çıkarmadığı kişiliği ortaya çıkan bir insan. Yanlış beden de doğan hayatına böyle devam etmek istemeyen bir insan. Bastırılmış duygular ile kendisini kısıtlayan ama bu bastırılan duyguların bir yerde patlayacağını bilmeden yaşayan bir insan. Günlüklerinde hayatına ilişkin her şeyi tutan kendisini anlayan bu yolda kendini gören herkese ilham kaynağı olan bir insan. Her cümlenin ardına getirdiğimiz gibi o bir İNSAN. Doğdu, yaşadı, fikirlerine inandı inandığı uğruna her şeyini yola serdi. Ben bu filme hiç bir zaman aktivist yada feminen gözlerle bakılmayacağını düşünüyorum. Aslında öyle bir hayat yaşamış ki bu yaşam; dayanma gücünü, inanmayı ve hatta insan olmayı göz önüne seriyor.


Filme geçecek olursak:                                

Filmin en sevdiğim noktasından başlamadan geçemeyeceğim; filmin adı. sade ve çok da yakışmış bir isim "Danimarkalı Kız".

Aşk nedir? Sevgi nedir? Sevdan için neler yaparsın? gibi soruların anlamını biraz olsun kavratabilen bir film var karşımızda. Sevgin için neler yaptıklarından daha çok daha neler yapabilirsin sorusuna karşılık alıyoruz.
"Böyle bir sevgiyi hak edecek ne yaptım?" Baştan sona bu hikaye etrafında dönen bir film bu etkili söz ile film kurgulanmış ve filmin aynası olmuş. Gerçek yaşamdan daha çok aşka ve sevgiye yönelmesi de biraz Tom Hooper'ın kaygılarından kaynaklanıyor olabilir. daha çok sevgi daha çok mutluluk daha çok hüznü o kadar tasvirlemiş ki bir türlü iç dünyalara net bir şekilde yansıtamaması filmin en büyük eksisi. 

Başta da belirttiğimiz gibi 20. yüzyılın başlarına götürüyor film bizi. Dünya savaşı gören ve ordan yavaş yavaş çıkan tarihlere götürüyor bizi film. Her şeyin yıkıldığı Avrupa'da her şey baştan kurulmaya başlıyor. Sanatçıların bile yoklukta kalabileceğini filmde anlayabiliyoruz. Odaların genelde boş olduğu dış mekan tasvirlerinde halkın iyi durumda olmadığını gözlerimizin önüne serse de bazı noktalarında ki detaylar (bale dersler vs.) hayatı yeniden kurma yoluna girdiklerini gösteriyor.
Peki hayatın üzerine yeni bir hayat inşa etmek nasıl bir zorluk olabilir. Tanıdığın, bildiğin bedeni terk edip yeni bir kimlik kazanmak şu an için değil ama o dönemler için nasıl olabileceğini bir düşleyin. Bunu başarmak değil düşlemek bile hayallerin ötesinde bir davranış.

Filmi irdelerken akıllarda kalan ayna sahnesi gerçektende böyle mi düşünüyorlar demek geldi içimden acaba bir ayna görüntüsü ile mi tüm yaşamları değiştirebiliyorlar. Daha doğrusu bildikleri yaşamları bu şekilde mi değiştiriyorlar?
Gelelim öncelikle yönetmene: " Aslında olayları durumu batıran bir Tom Hooper var karşımızda. Olayları insanların görmek isteyeceği bir şekilde anlatıp iç dünyalarına girmemesi biraz filmin sönük kalmasını sağlamakta. Derin anlamları çok fazla olan bir yolculuğun üzerinden sadece kimlik karmaşasını çok iyi irdelemiş. Lili'nin dünyasını yansıtırken aslında dünyası kararan Gerda'yı çok arka plana atmış. Lili ile birlikte inceleyeceği Einar Wegener'in üzerini tamamı ile silip yolculukta tek koltuk kullanmış.  Onu da Eddie Redmayne'ye teslim etmiş işi bitirmiş gibi. (Daha önce de King's Speech'de de Colin Firth'e aynısını yapmıştı.) Çok iyi yönetmen mi? Bence çok çok iyi olan oyuncuların elinde iyi yönetmenlik sıfatına erişebilen biri.
Oyunculara geçecek olursak; cinsel kimlik karmaşası aslında filmin başında göz önünde olmayan ama giderek ağırlık kazanan duyguyu o kadar iyi yansıtmış ki Eddie Redmayne bazı sahnelerinde acaba oynayan Tilda Swinton mu diye ara ara düşündüm (ben çok benzettim).  Giderek verdiği çaresizce duyguları yönetmen bazı noktalarda çok kesmiş ve yönetmene rağmen çok iyi performans sergilemiştir. Benim son zamanlarda gördüğüm en kusursuz oyunculuktan biri. Eğer Stephen Hawking'i canlandırdığı The Theory of Everything en iyi oyuncu ödülünü hak ettiyse (((hakkı yenen Benedict Cumberbatch ile Imitation Game (Yapay Oyun) filmi ile)) bunda kesinlikle en az Leonardo diCaprio (The Revenant - Diriliş) kadar Oscar heykelciğini hak etmiş.
Alicia Vikander rolünün hakkını öyle bir vermiş ki.Gerçekten hem ressam olmuş, hem Ressam Einar Wegener'in karısı olmuş, hem de Lili'nin dostu. Az kaldı gösterildiği her sahne. Keşke yönetmen Lili'nin günlük dünyasından daha fazla odaklansaydı Gerda karakterinin iç dünyasına ve onunla birlikte Einar'ın içine. Rolün içine işleyen duru bir güzellik. Filme girdiği her açıdan filmin yukarı taşınmasını sağlamış ki ben ne kadar iltifat etsem az kalmış olacak ki  Oscar Heykelciği bu film ile kendisine verilmiştir.
Yan rolde Matthias Schoenaerts'ın da hakkını yememek gerekli gayet başarılı bir iş çıkarmış. 

Kostümler harikulade.

Son söz: Seyretmelisiniz her şeyden önce yargıladığınız burun kıvırdığınız herkes "İNSAN" sonuçta. Toplumun her kesiminin insan olmaya ihtiyacı var.


puanım : 7.7

sinemayla kalın



9 Ekim 2018 Salı

Les Choristes (The Chorus) - - - Koro


Orijinal Adı : Les Chorites (((The Chorus)))

Türkçe İsmi : Koro

Yapım Yılı : 2004

Tür : Dram - Müzikal

Süre : 1 Saat 37 Dakika

Yönetmen : Christophe Barratier

Oyuncular : Gerard Jugnot - François Berleand - Kad Merad - Marie Bunel - Jean Baptiste Maunier - Maxence Perrin

imdb puanı : 7.9



1945 yılı yapımı olan La Cage Aux Rossignols (A Cage of Nightingales - Bülbül Yuvası) adlı fransız filmin yeniden çekilmesiyle oluşmuş etkileyici bir müzikal.
Öğretmenliğin nasıl yapılacağını öğreneceğiniz Clement Mahieu'nun hikayesini yansıtıyor Koro filmi ekrana. Bir öğretmen öğrencilerin hayatlarını sonsuza dek değiştirebilir. Bir öğretmen öğrencilerin ufkunu açabilir. Tabii bunlar dışında onları karanlık bir evrene de atabilir korkak yapmakta öğretmenin sorumluluğu o öğrenciyi cesur yapmakta. Clement Mathieu keşke onun gibi bir öğretmenimiz olsaydı. Keşke onun verdiklerini verebilen.

Başta müzikleri ve hiç bir şey anlamasak da içimize işleyen Fransızca şarkılar ile kesinlikle kıyıda köşede kalmış efsane filmlerden biri. Bu tarz filmleri daima sevdim ben belki de öğretmen öğrenci filmleri arasında ayrı yere koymamdaki sebep tamamen müzikleridir. Filmi incelemeden önce ufacık bir not Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ına aday olmuş bir film 2005 senesinde ama karşısına şansızlığından olsa gerek maalesef ödül avcısı efsane filmlerden biri olan almadık ödül bırakmayan  Mar Adentro (The Sea Inside - İçimdeki Deniz) filmi çıkınca Oscar hayali suya düşmüştür. En İyi Özgün şarkıda ise Les Choristes'in kazanmaması da ayrıca bir gariplik. Her ne kadar o dalda kazanan sevdiğim filmlerden olan The Motorcycle Diaries (Motorsiklet Günlükleri) olsa da. Film sadece gözle seyredilmez kulakla duyulmaz ruha işleyen filmlerden biri olan Koro filmini incelemeye geçersek.



Disiplin nedir? Ceza nedir? Eğitim nasıl olmalıdır? Bu sorulara biraz cevap arayan Koro filmi insan sevgisinin de sorguladığı bir film olarak karşımıza çıkmaktadır.

Film bizi II. Dünya Savaşı sonrası Fransa'nın ücra kasabalarından birine götürüyor. Eskiden beri faaliyet gösteren bir erkek yatılı okuluna. İşte filmin başladığı nokta da burası. İşsiz bir müzik öğretmeni olan Clement Mathieu yatılı okula gitmesiyle olaylar gerçekleşiyor. Bu yatılı okul çocukları genelde haylaz arsız olmasına rağmen müziği onları dinginleştirmede kullanıyor ve onlardan bir koro yaratıyor. Hiç kimsenin aklına gelmeyecek şekilde başarılı bir koro. Okul müdürüne rağmen başarılı bir koro. Bunları yaparken oyunculuk bazında sanki Dead Poets Society (Ölü Ozanlar Derneği) de ki Robin Williams'ı görüyoruz onlara güven aşılayan, onları hayata bağlı kalmalarını sağlayan. 



Clement Mathieu eğitimde cezalandırma sistemini  de sorguluyor aslında disiplinin nasıl olacağını da. Tüm öğretmenlerin cevaplandırması gereken soruların en birincisi belki de. Kalbine dokunduğunuz birinin ceza almasına gönlünüz nasıl el verebilir ki? Sizi örnek alan birinin, size belki de hayran hayran bakan birinin ceza alması vicdanınıza hiç mi koymaz? Cezasız eğitim olur ama sevgisiz asla. Cezasız öğretim olur ama empatisiz asla.



Sorunlu öğrencileri kazanmak ve hayata barıştırmak için zor yolu seçen Clement onlardan birer yıldız yaratma konusunda ilk adımları. İçinde sadece insan sevgisinin olduğu ve belki de başarılı olamayacağı adımları atarken sadece sevgisi ile ayakta kalmanın sıcacık hikayesi.



Her türden insanlarla karşılaşabiliriz. Farklı görüşü farklı yapısı olsa da onlar öncelikle insan bunu unutmamak gerekir. Gencinden yaşlısına zekalısından daha az zekisine kadar herkesin yaşama öğrenme ve kendini ispat etme hakkı var. Bunu sağlamak için disiplin yeterli değil. Dedik ya daha önce insan sevecek önce karşıdakine deger verecek. Bu filmle insan olmayı öğrenebiliriz. Karşıdakinin de birey olduğunu. Değerli bir hocamın da dediği gibi ağaç yaşken eğilmez, ağaç yaşken doğrulur.

"Işıkta olursun karanlıkta sen neyi seçersen gelecek öyle şekillenir."


Muhteşem müziği ile "Vois Sur Ton Chemin" ve Candan Erçetin'in bu film için seslendirdiği efsane şarkı "Sevdim Anladım"...

puanım : 8.8

sinemayla kalın


                 

9 Eylül 2018 Pazar

Mar Adentro (The Sea Inside) - - - İçimdeki Deniz



Orijinal Adı : Mar Adentro - - - The Sea Inside

Türkçe İsmi : İçimdeki Deniz

Yapım Yılı : 2004

Tür : Dram - Biyografi

Süre : 2 Saat 5 Dakika

Yönetmen : Alejandro Amenabar

Oyuncular : Javier Bardem - Belen Rueda - Lola Duenas

Yapım Yeri : İspanya

imdb puanı : 8.0


Hepimiz yaşıyoruz ve yeri geldiğinde ölmek istiyoruz. Peki bunu gerçekten de diliyor muyuz, gerçekten de bu kadar güçlü olabilir miyiz? Ölmenin yaşama son vermenin nasıl bir duygudan oluştuğunu elbette bilemeyiz ama şimdi okuyacaklarınız yüzde yüz gerçek olaydan ortaya çıkan bir film eleştirisinden çok yaşam eleştirisi.


Ufacık bir not filmi izlemediyseniz okumamanızı tavsiye ederim.

Kahramanımız Ramon Sampedro akıl almaz derecede denizlere tutkusu olan genç bir adamdı. Deniz onun yuvası olmuştu, dalgalar ise sevgilisi. Ama her şey farklı gelişiyor hayatta her son mutlu olmuyor. Yükseklerden atladı yuvası dediği denizlere sevgilisi dediği beyaz köpüklerin üzerine. Hayat belki de o anda ona oyun oynadı onu beklercesine. Sular sığlaştı sanki bir anda atladığı yer kayalarla doldu. Ve o özgür adam bir daha asla ayağa kalkamadı hayatının geri kalanı boyunca kıpırdayamadı bir daha. Boynundan aşağısı felç olmuştu. Bedeni yaşamaya devam etse de kendisi tükenmişti. Ne hareket ediyor ne de o aşık olduğu denizlere dönebiliyordu.


Ama ona rağmen yaşadı yaşamaya devam etti her gün ölümü dilese de durdu karşısında her şeyin. Peki neyi vardı Ramon Sampedro'nun? Bol bol ziyaretçileri vardı arkada çalan her daim ince bir  müziği, her daim yanında olan dostları, akrabaları ve aslında her şeyden daha da önemli olan minik bir penceresi uzaklaşmak, kaçıp gitmek için ruhunu her an özgür bırakmak için bir pencere. Zaten onu hayatta tutan özgür ruhu ile yaptığı yolculuklar her gün ve her an. Ruhunun istediği gibi her gün seyahat etmesine rağmen bedeni yatakta kaldı. Bağlı hissediyordu kendini. Hem de öyle bir bağ ki tam tamına 29 sene. Sürekli hareket etme isteği olmasına rağmen kıpırdayamıyordu. Sürekli ölmeyi istemesine rağmen onu da başaramıyordu belki bir eli tutsa her şeye son verebilirdi ama 29 yıl hiç bir şey yapamadı yatmaktan ve tanrıya haykırmaktan başka.


İnsan ölünce ne olur acaba bedeni çürür belki toprak altında ama en azından ruhu tam anlamıyla özgür kalır. Ölmek onun için başlangıçtı ve ölmek onun özgürlüğü olacaktı. Hayallerinden uyanmadan istediği denize dalgalara koşacaktı. Ölmek için defalarca mahkemelere başvurdu daha doğrusu özgürlüğünü almak için ruhunun özgürlüğünü alabilmek için sonuç her defasında ret. Ötenazi yapılması kendi yaşamına kendi isteği ile son verilmesi fikri insanlar için ağır gelmiş olacak ki sadece mahkemelerde konuşulan bir konu olmaktan çıkıp sadece İspanya yerel kanallarında değil Amerika'da ki televizyon kanallarında bile tartışılmıştı. Mahkeme her defasında ret yanıtı verdiği için Ramon her geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Bir insanın yok oluşu eriyişi sadece yaşamak zorunda olduğu için  artıyor.


Böyle bir durumda özgür olmak için ölmek şarttır yataktaki hastaya.

O seçimini yaptı belki de kimsenin göze alamadığı seçimi korkusuzca göze aldı he defasında her anında yanındaki her canlıya yaşama sevinci veren Ramon kendi için en güzel hediye olan özgürlüğü verdi.


11 tane ölüm meleği aslında 11'i de suçlu ama 11'i de bembeyaz masum. Biri siyanürü aldı biri bardağa koydu biri karıştırdı diğeri kameraya çekti bu son anları. Özgür ruhlu adam Ramon Sampedro olmak istediği yere denizlere uçtu. 

Vasiyetnamesinde ise şu ibareler döküldü kelimelere


"Sayın Yargıçlar, Sayın Siyasi ve Dini Yetkililer"
‘Biraz önce seyrettiğiniz görüntülerden sonra (son anlarını gösteren film) size soruyorum; biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Vicdanlarınızın vereceği cevap ne olursa olsun, benim için saygınlık bu değildir. Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum. Buna rağmen bu duruma 29 yıl, dört ay ve birkaç gün boyunca tahammül etmek zorunda kaldım. Bunu daha fazla yapmayı reddediyorum! Gördüğünüz gibi yanımda içinde siyanür potasyum bulunan bir bardak su var. Onu içtiğimde, kendi irademle sahip olduğum en özel, en meşru mülkiyete, yani bedenime son vermiş olacağım. Bu özgürlük eylemine sizler ‘intihara yardım’ adını takmışsınız. Ben ise bu eylemi, bir insanın gerçekten ‘benim’ diyebileceği tek şeye, yani bedenine ve onunla birlikte ne varsa, yani hayata, bilince egemen olmasına destek verenlerin insani yardımı olarak adlandırıyorum. Beni seven, beni benmişim gibi seven yakınlarıma ceza verebilirsiniz. Bütün bu sözlerime rağmen yine de ceza vermeyi kararlaştırırsanız, size şunu tavsiye ediyorum: Bacaklarını ve kollarını kesin bana yardım edenlerin, çünkü ben onlardan kaderimi paylaşmalarını istedim...’


puanım : 9.0